Çıplak ayaklarına batan çakıl taşları, ayakkabılarının ağırlığından, cenderesinden kaçmanın özgürlüğüydü. Tabanın ağırlığıyla yoklanan acı, kifayetsiz ise devam ediliyordu.
Çocukça bir çocukluktu. Tek hedef özgürlüğünü çoğaltmanın hazzıydı. Beklediği durgun, mavi denizin kokusu, görüntüsü, duyabilme hissini yaşatabiliyordu. Denizin seslenişini, davetini, azametini inkarsız duyuyordu. Henüz ortaokul çocuğu olmasına rağmen, var olan duygularının yetkinliği O’nu aşkın yapmıştı. Omuzuna dokunan el, işaret diliyle,
Nereye yerleşelim? Diye sordu.
Denize en yakın yere diye, o da aynı şekilde cevap verdi.
Şemsiyelerini açtılar. Havlularını serdiler. Kendinden yaşça büyük olan kişi,
Uzaklaşma, gözün ben de olsun. İletişimde kal, dedi. Kafasını salladı. Koştu, koştu, koştu.
Kendini denize bırakıverdi. Kendini daha dünyalı, daha kainatlı, daha güneşe yakın, daha gökyüzüne yakın, daha inandığına ve güvendiğine yakın hissetti. Suçluluk duydu. Ya annesi, ya babası? Onlara uzak olmak özgürlük müydü?
Bu tarifsizliğin affına sığındı. Bu kadar sarıp sarmalayan ilahi duygu; anne-babaya hissettiremeyecek kadar da yüceydi. Ve buna yetkindi. İçi ferahladı. Suyun üstünde öylece, uzun süre kaldı. Gökyüzüne baktı. Geçen martıların kanat seslerini, kalbinin vuruşuyla duydu. Dalgaların kıpırtısının sesini, göz kapaklarının açılıp-kapanmasıyla aynı döngüye yerleştirdi. Bu sesi tüm benliğine çekti. Öylece kokladı, nefes aldı, verdi. Geçen yunusların hareket sesleri, el ve ayak parmaklarına değdi. Yaşantı denilen şey bu! Bundan öte bir duygu yok diye içinden geçirdi. Suyun huzuru.
Yüzüne düşen bir damla yağmur şaşırttı. Çoğaldığını gördükçe gerçekliğe döndü.
Çıktı. Biraz beklediler. Bu bekleyişle, kendinden kalma halinin güzelliğine geçti. Çok sürmedi, uzandı. Gözü yanındaki kişinin kitabına ilişti. Okudu.
“Nietzcshe-böyle buyurdu Zerdüşt”
Yanındakine,
Ne ki diye sordu? İşaret ederek. O işaretle anlatmadı. Okuduğu sayfayı uzattı. Ve okumaya başladı. Söyle diyordu.
İkindi üzereydi ki Zerdüşt uzun, boşuna aramalardan ve dolaşmalardan sonra mağarasına dönmüş bulunuyordu. Fakat mağarasına yirmi adım kadar yaklaştığı zaman hiç beklemediği bir şey oldu. Büyük yardım dileyen sesi yeniden duydu. Gariptir ki ses, bu defa kendi mağarasından geliyordu. Uzun, garip bir çığlık! Zerdüşt bunun bir çok sesten oluştuğunu fark etti. Ses uzaktan dinlediği zaman tek bir ağızdan çıkıyor gibiydi.
Zerdüşt mağarasına sıçrayarak girdi.
Onu meğer bu ses oyundan sonra ne tuhaf bir tiyatro bekliyormuş! Gündüzün gördüğü bütün tipler yan yana orada oturuyorlardı. Sağdaki ve soldaki krallar, eski büyücü, papa, gönüllü dilenci, gölge, ruhun vicdanı, falcı, eşek; en çirkin adam başına bir taç geçirmiş ve beline iki erguvan kuşak sarmıştı. Çünkü o, bütün çirkinlikler gibi güzelleşmeye heveslidir. Nietzsche, 2015: 33
Sabırla okudu. Yanındakine tekrar sordu. Yüzündeki yumuşak imalı tebessümle,
Nasıl? Ne anladın?...
Durdu, düşündü. Tek el hareketiyle,
Boşşveer dedi. Koşarak tekrar kendini dalgalara bıraktı. Yağmur sonrası dalgalar ve yüreği hızlanmıştı. Beyaz köpükler çoğalmıştı. Tekrar tekrar tekrar ayağa kalktı. Çarpmayla kendini bıraktı. Kendi kontrolü azalmıştı. Hakimiyet dalgaların ve beyaz köpüklerindi.
Gelen dalgalara, beyaz köpüklere karşı koymaktansa, daha yetkin olabilmeye çalışmak, gayrette kalabilmek, daha iyi gözlemlemek kalbini ve dalgaları daha iyi hissedip dinlemek. Ve söz verdiği gibi, dışarıdakiyle iletişimi kesmemek, mümkün müydü?!..
Kuvvet itti, dalgalar yuvarlandı nefesini, kalbini herşeyi unuttu. Kulakları uğultuyu şiddetle duydu. Ses buydu! Bir şey O’nu fırlattı. Beyaz köpükler yüzüne çarptı.
Maviliği ve beyaz bulutları gördü.
Ciğerine kadar nefes aldı.
Sahile baktı. O’nu takip eden gözleri aradı.
Sahi!...
Zerdüşt kimdi?!...