Toplumca şöyle bir eğilimimiz var: Duygularımızı fark ediyoruz, onları analiz ediyoruz, anlamaya çalışıyoruz ama nadiren doğru şekilde ifade ediyoruz ve çoğunlukla onları gerçek anlamda hissetmiyoruz. Duygularımızı bir yapboz gibi parçalara ayırıyoruz, mantıklı bir şekilde parçaları bir araya getiriyoruz ve sadece onları anlamış olmanın yeterli olduğunu umuyoruz ama öyle değil. Duygu düşünce değildir. Duyguları düşüncelerimiz gibi ele alıp rasyonel kategorilere yerleştiremeyiz. Fark ettiğim, anladığım, kategorize ettiğim bir acı, her zaman uygun şekilde işlediğim, baş ettiğim ve nihai olarak çözümlediğim bir acı değildir. Anlamlandırdığım, somut nedenlere dayandırdığım öfke, mutlak biçimde üstesinden geldiğim bir öfke değildir.
Güçlü duygulardan genellikle korkuyoruz ve bu çok olağan çünkü onların bizi alt edebileceğine, onları engellemezsek kontrolü kaybedeceğimize inanıyoruz. Ancak paradoksal olarak, bizi en çok kontrol eden, bize yenilgi hissettiren bastırılmış, engellenmiş duygulardır. Hissedilen duygular nispeten kısa sürede akıp gider, bastırılanlar uzun vadede kalır. Duygulara sadece bilişsel açıdan yaklaşmak, duygusal stresle başa çıkmada yetersiz kalıyor ve bu bir psikolog olarak gözlemleyebildiğim bir durum. Danışan portföyümün büyük bir çoğunluğunu ilk seansa ‘duygusunu anlamış’ olarak gelen ama yine de acı çekmeye devam eden insanlar oluşturuyor. İnsanlar korkularının nereden kaynaklandığını biliyorlar, hangi yaşantının acı verdiğini, yakınlık kurmakta neden zorluk çektiklerini söyleyebiliyorlar ama duyguları hissetmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sürekli engellenen, kaçınılan duygu kaybolmuyor, aksine güçleniyor ve pekişiyor.
Duygusal işleme (Duygu regülasyonu) ancak duygulara izin verecek cesarete sahip olduğumuzda gerçekleşir. İçimizdeki acıyı sadece adlandırmak onunla baş etmek için yeterli değil, ona fiziksel olarak maruz kalmamız gerekiyor. Öfkeyi dindirmek için sadece anlamak değil, onu aynı zamanda hissetmek ve uygun yollarla ifade etmek zorundayız. Korkuyu sadece tanımak ve analiz etmek çözüme ulaşmak için yeterli değil, onu bedende algılamak ve deneyimlemek durumundayız. Duygularını deneyimsel düzeyde ele alan kişilerle, yalnızca duygularının bilişsel yönleriyle ilgilenen kişilere kıyasla, uzun vadede daha iyi ve kalıcı terapi sonuçlarına ulaşıyoruz. Bu nedenle, duygularımızla kurduğumuz ilişkiyi yeniden gözden geçirmemizde fayda var. Nitekim bu ilişki dünyayı ve yaşamı nasıl deneyimlediğimizi de doğrudan etkiliyor. Duyguları hissetmeye, bedenimizde taşımaya, yaşamaya ve onlara alan açmaya gönüllü olmalıyız. Zihinsel kavrayış bir kapı aralar; ama o kapıdan geçip duygunun içinden yürümediğimiz sürece kapının aralık olması anlamını yitirir. Gerçek iyilik hali, yalnızca ne hissettiğimizi bildiğimizde değil, hissettiklerimizi gerçekten hissetmeye cesaret ettiğimizde başlar.