“Böyle olur bizim memlekette bazen, günahsızlar öder günahkârların cezasını.”
Cervantes’in yüzyıllar önce fısıldadığı bu söz, bugün bizim sokaklarımızda yankılanıyor. Binalar beton yığınları olarak gökyüzüne doğru yükseliyor; fakat bu yapılar, insanlık onurunun ve vicdanının arkasında bıraktığı boşluğu daha da derinleştiriyor. Kentler modernleşme adına her geçen gün daha da büyürken, içimizdeki insani değerler her geçen gün eriyor. Yollar genişliyor, yeni caddeler, devasa köprüler inşa ediliyor ama adaletin ışığına ulaşmak için ilerlediğimiz patika giderek daralıyor. Hukukun, eşitliğin ve vicdanın gerisinde kalıyoruz, yolun sonu görünmüyor.
Bizim memlekette ihmal, sadece bir anlık gaflet değil, kökleşmiş bir düzenin sessiz suç ortağıdır. Gösterişli açılış törenlerinde atılan imzalar, göz yumulmuş denetimsizlikler, bir çay molasında rafa kaldırılan raporlar… Tüm bunlar bir araya gelir ve biz farkına varmadan bir felaketin temelini atar.
Bir gecenin koynunda deprem olur, binalar devrilir, yollar yarılır. Ama yıkılan sadece beton değildir. O enkazın altında insanlığımız kalır, vicdanımız ezilir. Bir annenin kollarında, "Yavrum nerede?" diye haykıran bir çaresizlik yankılanır. O çığlık yükselir, önce duvarlara çarpar, sonra sessizliğe gömülür. Çünkü burada acının da ömrü kısadır. Unutuş, bizim en eski alışkanlığımızdır.
Her seferinde aynı hikâye. Bir tren raydan çıkar, kurbanlar toprağa, sorumlular koltuklarına gömülür. Bir işçinin cesedi madenden çıkarılır, ardından gelen tek şey basmakalıp taziyeler ve sonsuz bir sessizlik olur. “Kaza” derler, “kader” derler. Ama biliriz ne kazadır bu ne de kader. Bu, göz göre göre gelen bir cinayettir. Ve o cinayet eller kirletilmeden işlenmiştir.
Bir köyde baba, oğluna temiz bir nefes bırakabilmek için çırpınır. Ama o köyün ormanları, “ekonomi büyüyecek” diyerek katledilir. Bir şehirde çocuk okula giderken bir çukura düşer. Çukur yıllardır vardır ama orada bir çiçek bile büyütmeyi düşünmeyenler mezar gibi bir boşluk bırakmayı çoktan tercih etmiştir.
Bütün bunlar, sustukça her biri tarihe birer kara leke olarak kazınır. O lekeler birikir; sokaklarımızda gölgeler gibi dolaşır. Ve biz ne kadar temizlemeye çalışsak da o lekelere kendi ellerimizle yenilerini ekleriz.
Bizim memlekette bazen suç, bir mühür kadar hafif; ama ceza, bir hayat kadar ağırdır. Kimse bilmek istemez gerçeği. Çünkü bilmek yük demektir. Bilmek sorumluluk demektir. Ve burada yükü omuzlamak yerine başkalarına devretmek bir gelenek olmuştur.
Bir toplum geçmişine dönüp hesap sormayı öğrenmedikçe geleceğini kuramaz. Her yıkılan bina, sadece taş ve toprak değildir. Yıkılan bir hafızadır, çiğnenmiş bir emektir, ihanet edilmiş bir hayaldir. O yüzden bu düzene dur demek, sadece bir zorunluluk değil, bir borçtur. Çocuklarımızın geleceğine, bu topraklarda yaşanmış tüm acılara dokunan bir borç…
Artık ihmallerin, hırsızlıkların ve yalanların hüküm sürmediği bir memlekete ihtiyacımız var. Bir memleket ki, denetimler yalnızca kâğıt üzerinde yapılmış bir formalite olmanın ötesine geçer; her taşın altı, her temelin derinliği, her raporun doğruluğu sahada bizzat yerinde kontrol edilir. Sorumluluğu bir imza atmakla sınırlı kalmayan; attığı imzanın arkasında duran bir düzen kurulur.
Bir memleket ki, işçilerin alın teri yalnızca bir üretim aracından ibaret sayılmaz. O ter bir çarkı döndüren değil, bir hayatı var eden kutsallıkla görülür. Madencinin madene indiği, inşaat işçisinin iskeleye çıktığı her gün evine sağ salim döneceğinin teminat altına alındığı bir yer olur. İş kazalarının kader değil, önlenebilir bir sonuç olduğunun bilinciyle hareket edilir.
Bir memleket ki, sokakta oynayan çocuklar için oyun alanları, güvenli kaldırımlar vardır. Onların kahkahaları, beton yığınlarının arasında kaybolmaz. Çocuklar yollara, asırlık ihmallere kurban edilmez. Onların adımları geleceği inşa eden adımlar olarak görülür.
Bir memleket ki, insanlar sabah işe giderken geri dönememe korkusuyla vedalaşmaz. İşe gitmek, hayatta kalma mücadelesi değil; onurla sürdürülen bir yaşamın parçası olur.
Bir memleket ki, karar vericiler halktan uzak kulelerinde değil, halkın içinde yaşar. Gözleri görür, kulakları duyar, vicdanları hisseder. Hiçbir insan “Benim sesim kime ulaşır ki?” diye düşünmez; çünkü her sesin bir karşılığı, her sorunun bir cevabı vardır.
Bize böyle bir memleket lazım. O gün geldiğinde belki de ilk kez bu topraklarda yaşamanın ne demek olduğunu gerçekten anlayacağız.
“Böyle olur bizim memlekette bazen, günahsızlar öder günahkârların cezasını.”
Cervantes’in yüzyıllar önce fısıldadığı bu söz, bugün bizim sokaklarımızda yankılanıyor. Binalar beton yığınları olarak gökyüzüne doğru yükseliyor; fakat bu yapılar, insanlık onurunun ve vicdanının arkasında bıraktığı boşluğu daha da derinleştiriyor. Kentler modernleşme adına her geçen gün daha da büyürken, içimizdeki insani değerler her geçen gün eriyor. Yollar genişliyor, yeni caddeler, devasa köprüler inşa ediliyor ama adaletin ışığına ulaşmak için ilerlediğimiz patika giderek daralıyor. Hukukun, eşitliğin ve vicdanın gerisinde kalıyoruz, yolun sonu görünmüyor.
Bizim memlekette ihmal, sadece bir anlık gaflet değil, kökleşmiş bir düzenin sessiz suç ortağıdır. Gösterişli açılış törenlerinde atılan imzalar, göz yumulmuş denetimsizlikler, bir çay molasında rafa kaldırılan raporlar… Tüm bunlar bir araya gelir ve biz farkına varmadan bir felaketin temelini atar.
Bir gecenin koynunda deprem olur, binalar devrilir, yollar yarılır. Ama yıkılan sadece beton değildir. O enkazın altında insanlığımız kalır, vicdanımız ezilir. Bir annenin kollarında, "Yavrum nerede?" diye haykıran bir çaresizlik yankılanır. O çığlık yükselir, önce duvarlara çarpar, sonra sessizliğe gömülür. Çünkü burada acının da ömrü kısadır. Unutuş, bizim en eski alışkanlığımızdır.
Her seferinde aynı hikâye. Bir tren raydan çıkar, kurbanlar toprağa, sorumlular koltuklarına gömülür. Bir işçinin cesedi madenden çıkarılır, ardından gelen tek şey basmakalıp taziyeler ve sonsuz bir sessizlik olur. “Kaza” derler, “kader” derler. Ama biliriz ne kazadır bu ne de kader. Bu, göz göre göre gelen bir cinayettir. Ve o cinayet eller kirletilmeden işlenmiştir.
Bir köyde baba, oğluna temiz bir nefes bırakabilmek için çırpınır. Ama o köyün ormanları, “ekonomi büyüyecek” diyerek katledilir. Bir şehirde çocuk okula giderken bir çukura düşer. Çukur yıllardır vardır ama orada bir çiçek bile büyütmeyi düşünmeyenler mezar gibi bir boşluk bırakmayı çoktan tercih etmiştir.
Bütün bunlar, sustukça her biri tarihe birer kara leke olarak kazınır. O lekeler birikir; sokaklarımızda gölgeler gibi dolaşır. Ve biz ne kadar temizlemeye çalışsak da o lekelere kendi ellerimizle yenilerini ekleriz.
Bizim memlekette bazen suç, bir mühür kadar hafif; ama ceza, bir hayat kadar ağırdır. Kimse bilmek istemez gerçeği. Çünkü bilmek yük demektir. Bilmek sorumluluk demektir. Ve burada yükü omuzlamak yerine başkalarına devretmek bir gelenek olmuştur.
Bir toplum geçmişine dönüp hesap sormayı öğrenmedikçe geleceğini kuramaz. Her yıkılan bina, sadece taş ve toprak değildir. Yıkılan bir hafızadır, çiğnenmiş bir emektir, ihanet edilmiş bir hayaldir. O yüzden bu düzene dur demek, sadece bir zorunluluk değil, bir borçtur. Çocuklarımızın geleceğine, bu topraklarda yaşanmış tüm acılara dokunan bir borç…
Artık ihmallerin, hırsızlıkların ve yalanların hüküm sürmediği bir memlekete ihtiyacımız var. Bir memleket ki, denetimler yalnızca kâğıt üzerinde yapılmış bir formalite olmanın ötesine geçer; her taşın altı, her temelin derinliği, her raporun doğruluğu sahada bizzat yerinde kontrol edilir. Sorumluluğu bir imza atmakla sınırlı kalmayan; attığı imzanın arkasında duran bir düzen kurulur.
Bir memleket ki, işçilerin alın teri yalnızca bir üretim aracından ibaret sayılmaz. O ter bir çarkı döndüren değil, bir hayatı var eden kutsallıkla görülür. Madencinin madene indiği, inşaat işçisinin iskeleye çıktığı her gün evine sağ salim döneceğinin teminat altına alındığı bir yer olur. İş kazalarının kader değil, önlenebilir bir sonuç olduğunun bilinciyle hareket edilir.
Bir memleket ki, sokakta oynayan çocuklar için oyun alanları, güvenli kaldırımlar vardır. Onların kahkahaları, beton yığınlarının arasında kaybolmaz. Çocuklar yollara, asırlık ihmallere kurban edilmez. Onların adımları geleceği inşa eden adımlar olarak görülür.
Bir memleket ki, insanlar sabah işe giderken geri dönememe korkusuyla vedalaşmaz. İşe gitmek, hayatta kalma mücadelesi değil; onurla sürdürülen bir yaşamın parçası olur.
Bir memleket ki, karar vericiler halktan uzak kulelerinde değil, halkın içinde yaşar. Gözleri görür, kulakları duyar, vicdanları hisseder. Hiçbir insan “Benim sesim kime ulaşır ki?” diye düşünmez; çünkü her sesin bir karşılığı, her sorunun bir cevabı vardır.
Bize böyle bir memleket lazım. O gün geldiğinde belki de ilk kez bu topraklarda yaşamanın ne demek olduğunu gerçekten anlayacağız.